UZAKTAN AFRİKA, YAKINDAN DEĞİL!

Güney Afrika’yı düşlediğinizde aklınıza gelen her şeyi bir kenara koyun ve Cape Town’u başlı başına düşünün. Aksi takdirde başka bir kıtaya ayak bastığınızı zannederek şaşırırsınız. Zira Cape Town fiziksel bağına rağmen Afrika’dan kopup gitmiş bir yer…

Dokuz buçuk saatlik uçak yolculuğu boyunca hayal âleminde kurguladığım her şey, havalimanının çıkış kapısında yüzüme çarpan kuvvetli rüzgâra kavuşup uçup gitti. Terminal binasının kapısında karşılaştığım ilk manzara Afrikalı çalgıcılar oldu. Rengârenk, süslü takım elbiseler içindeki müzisyenler inci beyazı dişleriyle gülümseyerek müzik yapıyor keyifli bir halde turistlere hoş geldin diyorlardı. Otelin aracına valizlerimiz yerleştirilene dek müzisyenleri izlediğimde bu tablonun Cape Town için sıradan bir görüntü olduğunun, sokakta yürürken her an karşıma müzik yapan, dans eden kişilerin çıkacağından habersizdim.

Havalimanından çıkarken şehre ait gördüğüm ilk manzara teneke gecekondulardan oluşan garip mahallesi oldu. Ardından son derece lüks villalardan oluşan gösterişi bir liman kentine uzandık. Yola çıktığım rota Güney Afrika olsa da vardığım yer Afrika değildi. Sömürge ülkesi olmuş diğer ülkeler gibi özerkliğine rağmen tarihi etkileri hala taşıyordu. Bir an önce şehre karışmak ve protein zehirlenmesi geçirmek istediğimden Waterfront denilen meşhur mekâna gittim. Türkiye ile zaman farkının olmamasından dolayı gece-gündüz dengesizliği yaşamamıştım. Vaktinde acıkmak güzel bir histi. Gitmeden önce dünyanın en lezzetli kalamar, karides ve balığını Cape Town’da yiyeceğimi duymuştum. “Ocean Basket-Okyanus Sepeti” Adındaki bir restorana gidip Güney Afrika’yı denizin dibinden keşfetmeye başlamalıydım… Birkaç gün içerisinde fark edecektim ki, burada neredeyse bütün restoranlar tarz olarak aynıydı ve gerçektende dünyanın en lezzetli ahtapotları kesinlikle bu ülkenin denizinde yaşıyordu.

Ertesi sabah erkenden kalkıp turistik tura katıldım. Burada görülmesi gereken dünyanın ender manzaraları vardı. Okyanusa açılan muhteşem sahillerin, dünyaca ünlü plajların kıyısından geçerken gökyüzündeki bulutların denizin üzerine teğet geçecek şekilde uzandığına şahit oldum. Fotoğrafını görsem photoshop programında bu hale getirildiğini zannederdim. Adeta yerle gök birleşmiş, dev dalgalar sert rüzgârla dans ediyordu. Valizime koyduğum mayomu değil giymek poşetinden bile çıkaramayacaktım. Zira burada deniz ısısı benim parmak ucumu dahi değdiremeyeceğim kadar soğukmuş! Tekne gezisiyle kıyı şeridinde ilerlerken fokları yakından görme fırsatım oldu. Herkes çığlık çığlığa teknenin baş tarafına hücum edip fotoğraf makinelerinin deklanşörlerini şaklattığında fark ettim ki, bir de balina görmüşüz! Meğer balinaların çiftleşme mevsimiymiş! Sonrasında kıyı şeridinde ilerlerken sahildeki her su girdabındaki karartıyı balina zannettik… Kendimizce balina görme hususunda o kadar uzman olmuştuk ki, Cape Point yolundayken tur rehberini bile keşfimize inandırmaya çalıştık. Hatta 13 yıldır Cape Town’da yaşayan rehberle gördüğümüzün kaya değil de balina olduğu konusunda inatlaştık. Meğer o balina 13 senedir tam da orada duruyormuş! Gezinin en sevimli duraklarından biri ise penguenlerin bulunduğu sahildi. Penguenleri görmek için heyecanla yürüdüğümüz yolda Türk olduğumuzu duyan Afrikalı satıcının Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’la ilgili yaptığı Türkçe tezahürat karşısında dilimiz tutuldu. Futbolun evrensel bir spor olduğuna o gün orada inanarak penguenlere doğru ilerledim. O kadar sempatiktiler ki, ellerinizi uzatıp mıncıklamak istiyordunuz. Broşürlerde yazan uyarıya uymayanlar elleriyle dokunmak istediler fakat penguenler tarafından gagalandılar! Yüzlerce belki de binlerce pengueni bembeyaz kumların üzerinde gördüğümde “Melekler şehri” filminin sahil sahnesi gözümün önünde canlandı: Sahilde dikilmiş duran yüzlerce kara giyimli melek…

Giderken en çok merak ettiğim yerlerden biri Ümit Burnu idi. Dünyaca ünlü o noktaya varmak benim için gurur verici olacaktı. Ümit burnuna vardığımda başlayan yağmura umursamadan kayalıkların üzerine vardım. Dev dalgalar üzerimize doğru geliyordu ve o an benim için tarihi bir andı. Cape Town anılarımın en çarpıcı manzaralarından birine sahip olan diğer yer Hint Okyanusu ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği yer olan Cape Point idi. Yüzlerce basamak çıkarak ulaştığım deniz fenerinde önemli başkentlerin yön tabelaları bulunuyordu. Ve her iki okyanusun birleştiği ama dalgalarının birbirine karışmadığı o manzara herkesin çıplak gözle görmesi gereken bir yerdi. Suyun sıcaklık ve tuzluluk derecesi yüzünden her iki okyanusun suları birbirine karışmıyordu. Ve karşımda duran deniz bembeyaz köpüklerle adeta ikiye ayrılmıştı…Ertesi gün sabah erkenden “Table Mountain-Masa Dağı” dedikleri görüntüsü masayı andıran dağa çıktık. Bildiğimiz dağ görüntüsünden uzak olan dağa 60 kişilik teleferiklerle çıkılıyordu. Yaya çıkmak isteyenler 3 saat boyunca tırmanmak zorundaydılar… Buradan eşsiz Güney Afrika koylarını, Aslan Tepesi’ni ve Nelson Mandela’nın 18 sene hapis yattığı Robben Adasını görebilirsiniz. Havası çok temiz olan Masa Dağı’nda saf oksijen insanı fena çarpıyor. İki günlük tur bedenimi o kadar yormuştu ki, başka gezileri yapamayacak kadar yorulmuştum. Vaktimin geri kalanını kalamar, karides ve balıklar ile paylaşıp alışverişe ayırmak istiyordum.

Türkiye’de Güney Afrika’ya özgü tahta işi-oyma biblolar, maskeler, yağlı boya tablolar gümrük ödendiği için genelde çok pahalıdır. Bu sebepten kendimi Cape Town pazarlarında alışveriş canavarına teslim etmeyi planlıyordum.  Gittiğim pazarlarda içimdeki canavar kaçıp gitti! Çünkü pazarlardaki süslerin çoğu Türkiye’de de vardı ve çok pahalıydı. Cape Town’a daha önce gelenler pazarlardaki ürünlerin çeşitliliğini yitirdiğini ve fiyatların çok arttığından yakındı. Bizim milyoncularda bile bulabileceğim biblolardan almadan ahşap zürafa heykelleri gibi boynumu bükerek pazardan ayrıldım. Fotoğrafını çektiğim mahallenin delisi görünümündeki Afrikalı peşimden koşup fotoğrafını çektiğim için benden para istiyordu. Bozuk param yok diyerek başımdan atmak istediysem de: “Ben de var, bozarım…” diyerek beni bir kez daha şaşırttı.

Cape Town, Afrika Kıtası’nın son noktası. Herkesle İngilizce konuşabildiğiniz sokak tabelalarında, restoran adlarında İngilizce isimlerin olduğu, bizim yüzyıldır baklava bildiğimiz tatlıyı “Yunan Tatlısı” adıyla sattıkları, Ahşap oymaları yaptıkları ağaçları dahi Afrika’daki başka ülkelerden getirdikleri, yerel halkın her an her yerde dans ve müzikle iç içe yaşadığı bir yer. Uzaktan Afrika, yakından değil! En iyisi gidip görmek!

 

 

 

Leave a Reply